27 Aralık 2011 Salı

Teslim Ol!



         Üç yüz yıl dökülen göz yaşının ardından Hz.Adem’in affediliş sebebi, Rabbimizin ‘en sevdiği, en sevgilisi’ alemlere rahmet olarak gönderilen nebi. O’na ümmet olmak ne büyük bir şeref. Hz.Muhammed. En sevgili o büyük buluşma için günlerce değil aylarca değil yıllarca bekledi. Ve o kutlu mesaj, alemlerin Rabbinden alemlerin sevgilisine beş yıl sonra inzal oldu. Rabbi en sevdiğine naz ile yaklaştı, imtihan etti. Fakat O kişi sabretti, bir gün dahi olsa şikâyet etmedi. Hz. İbrahim, atamız, oğlunun kurban edilmesi buyrulunca rüyasında, bir an bile düşünmedi. Koç değil, kuzu değil, yıllarca ettiği duadan sonra kendisine bahşedilen canından bir parça olan oğlu Hz.İsmail’i kurban edecekti.
 
           Evet, Hz. İbrahim bir peygamberdi ama imtihan vesilesi de ona göre. Şu üç günlük yaşantımızda nice ufak tefek imtihanlara takılıp kalıyoruz farkında mısınız? Karşılaşıyoruz demiyorum, takılıp kalıyoruz diyorum. Günümüzde o kadar imtihan vesilesi var ki mayınlı bir arazideyiz, dikenli teller üzerindeyiz sanki. Birinden kaçsak diğerine yakalanıyoruz. Sayabilir misiniz internetin başındayken kaç defa namazınızı geçirdiniz? Kaç defa 'Ben Allahtan korkarım' deyip gözünüzü çevirdiniz? 'Ben kardeşimin etini yemem' demeyi başarabildiniz mi hiç? Bilmediğim bir şeyin hakkında yorum yapmam, her şeyin 'en doğrusunu Allah bilir' diyebildiniz mi? Hayır ve şer Allah'tandır deyip tam bir teslimiyeti ne zaman gösterdiniz?
         
         Çünkü siz onu hak etmiyordunuz, neden bütün aksilikler sizi buluyordu, niye daha güzel değildiniz, niye herkes o arkadaşınızı daha çok seviyordu, niye daha rahat bir yaşamınız yoktu, o telefona niye sahip olamıyordunuz, bu gün neden hava yağmurluydu, neden sınavdan kalmıştınız oysaki çok çalışmıştınız sınavdan evvel, niye en iyi siz değildiniz değil mi? Bunların hepside insanın nefsini gayet güzel okşayan sorular. Kapitalizmin kol gezdiği bir dünyada yaşarken bunları her gün medya size çok güzel sordurabiliyor hiç farkında olmadan. Peki kaçımız teslim oluyoruz?

          Bu soruyu sorduktan sonra boynumu önüme eğiyorum. Başınıza gelen bir musibetten sonra ne zaman ‘Alemlerin Rabbine teslim oldum’ dediniz en son? Ufak tefek bir sorunda değil, işinizi kaybettiniz, belki evinizi, belki eşinizi, belki Anne veya Babanızı? Vefat eden birinin ardından sorulan o komik soru. Vadesiyle mi öldü? Hayır trafik kazasında öldü, oysa daha çok gençti. Oysa vadesi o kadardı. Bunu diyebilenler teslim olmuşlardı. ve teslim olanlar kurtulanlardı.

         Kim neyi hak ediyorsa onu yaşıyor, sakin olun, sonra teslim! Unutmayın Rabbimiz bize ‘Teslim ol’ diyor. O halde hala üzerimizdeki bu tedirginlik neden?

         Rabbi ona: 'Teslim ol' buyurduğunda, 'Alemlerin Rabbine teslim oldum' demişti. (el-Bakara 131)

3 Aralık 2011 Cumartesi

Bu 'sefer' başka...


        Yollar... Yıllardan çalan, ömürden harcayan yollar. Hep bir sonu vardı, bir başlangıca çıkan. Bitti! dediğimiz yerde yeniden başlayan.
        Yolcular vardı, yollarda ömürler sonlandıran. Yolcular mıydı dost, yoksa yollar mı? Yollar var olduğu için mi vardı yolcu, yoksa yolcular olduğu için mi var yollar.
        Şimdi uzun bir yol daha. Yolcu ben. Yorulan ben. Yol alan, yollanan ben. Ayrımı olmayan, seyirlikten ziyade ömürlük bir yol. Yol uzun, yol meşeggatli. Cefası da var sefası da. Gecesi de gündüzü de. Kaybolmakta var 'ben'i bulmakta. Peki ama nereye bu yolculuk? Ne için?
        Kendime hicretimdir bu sefer. Kaybettiğim kendimi kendimde aramaya. Nerede kaybettim. Neyimi kaybettim. Bende ki ben ben miyim. Hicranım da olsa hicretim, buydu sonu olmayan hissetmişliğim. Önce kendimi bulmalıydım. Bana benden bakmalıydım. Bende beni bulmalıydım. Aslında benden geçip bana varmalıydım.
       Bu sefer aya, güneşe, kuzeye, güneye değil aynalara bakıp yönümü belirlemeliydim. Dereden, tepeden, çöllerden, virane şehirlerden değil kendimde yol alıp kendime varmalıydım. Hanlar yoktu bu yollarda. Hatalar vardı, yanlışlar, yanılışlar vardı. Ayıplar günahlar, dikenli yollardı, doğru yol bulunmalıydı. Çok uzaklara değil, çok öncelere gidişti bu yolculuk. Kendimden kaçıp kendime sığınmaktı.
     Hâzır ve nâzırdı yolcu. Vakit yola koyulma vaktiydi. Kaybedilecek bir dakika bile yokken bu sefer yalnızlıktan bizar olmalıydı. Her şey hazırdı ama O boşluk dolmadıktan sonra, her şey 'boş'tu aslında. Bir daire içinde biteviye dönüp durmaktı. 'Ben'den uzak bana yakın. Yardan öte yaren olmalıydı. Aslında hem yoldu, hemde yolcuydu boşluk. Ne yoldan vazgeçiş vardı nede yolcudan. İşte bu yüzden dolmalıydı o boşluk, boşluklara inat, boş verilmişlere inat. Ve bu 'sefer' bambaşka olmalıydı...

26 Kasım 2011 Cumartesi

'Söz'üm olsun


          İsmini yazan kalemden dahi kıskandım seni. Ellerini üşüten soğuk, hep düşmanım oldu. Yere göğe sığdıramazken seni, şimdi nasıl sığdıracağım yüreğime sevgini. Sen aşktın. Aşkın tanımı sen. 'Evet' diyebilmenin hazzıydın. Bütün tamlamalarımın tamlayanı. Ben sıfırlar topluluğu sense 'bir'din bana değer veren. Ki sen yoksan yanımda ben, ben değildim. Beni ben yapan sen. Ben diye bir şey yok artık çünkü ben sen'im. 'Sen'sizlikte bile sen varken, bana sabret diyorlar.
         Seni görmek, ne mümkün; dokunmak mı hâşa. Ben seni 'ben'de görüyorum ya ne mutlu bana. Diyorum ya işte ben artık 'sen' olmuşum. Sen yoksan bende yokmuşum. Ben senin kokunu bilmiyorum. Olsun. Kendi kokumda bile seni buluyorum ya o yeter bana. Sesini bile duymuyorum. Oda olsun bakalım. Ne de olsa tüm şarkılar seni söylüyor bana.
         Ne olur her taraf karla kaplıyken iz yapmadan yürü. Kimse basmasın senin ayak izlerine. Benden başka kimse bilmesin zarif ayaklarını. Suratsız ol benden başkasına. Kimse o inci dişlerini görmesin. Kimse bilmesin gamzelerin olduğunu. Çok fazla güneşe çıkma öyle, buğunu farketmesin kimse. Tertemiz saflığını koru benim için.
         Benim için uyan bir sabah mesela. Kahvaltıyı ben hazırlamışım gibi iştahla yap. Beni uğurluyormuş gibi heyecanla ve hüzünle bak gözlerimin içine. Tamam merak etme akşama erken geleceğim, bükme ne olur o dudaklarını Nazendem. Bir gündüz sahip olursam eğer sana işte o akşam çok erken geleceğim. Söz. 'Söz'üm sözün sahibine.

25 Kasım 2011 Cuma

Ah Çocuk...

     

     Yaşım yirmi bilmem yolun neresindeyim.
Çok mu gitmişim yoksa yanlış yollar mı seçmişim. Patikalardan mı geçmişim yoksa yolları mı kaybetmişim?
Bilmiyorum şuan ben nerdeymişim.
      Geri dönsem şöyle bi 10 yıl evveline. Orada kalsam. Hiç gelmesem bu tarafa. Çocuk olsam. O küçük dik saçlı çocuk. Onlarca çeşit arabası olan, siyah beyaz şapkası. Yine bu dünyadan habersiz kendi dünyamı kursam. Kimsenin yalanı bilmediği, yüzlerce yüzü olan değil, iki yüzlü dahi kimsenin olmadığı. Yine kedilerimi koynuma katıp uyusam onlarla. Ayrılmasalar hiç yanımdan. O mırıldayışları en tatlı melodim olsa. Kaybolsam evden çıkıp bir sabah, akşama kadar top oynasam. Eve gelme korkusu olsa annem kızacak diye. Çikolatamın yarısını versem arkadaşıma, şimdikiler gibi saklı saklı kendim yemesem. Ağaçtan düşüp kolum çizilse, annem görmesin diye eve gidip saklanıp uyusam. Çayı döksem halıya, hemen silsem kimse görmeden. Çok sakardım dimi anne.
     Yine elektrikler gitse ve ailecek isim şehir oynasak. Yenileceğimde mızıkcılık yapsam. Sabah kalkar kalkmaz yastığımın altına baksam paralarım duruyor mu diye. Ölmüş serçeleri gördüğümde mezar kazıp gömsem yine.Ardından üç ihlas bir fatiha. Başına da bir mezar taşı.
     Eh çocukluk işte. Keşke herkes çocuk kalsa. Büyümese kimse. Yalan söylemeyi öğrenmese. Düşene bir tekme vurmaktansa elinden tutup kaldırsa, kaldıramıyorsa onun yanına düşse. Kimse kin gütmese birbirine. Benim babam senin babanı dövse yine.
     Tekrar çocuk olsam bir an bile büyük adam rolü yapmazdım. Cıvıl cıvıl rengarenk olurdum. Tek sermayem oyuncaklarım, tek kahramanım babam olurdu. Ondan güçlü kimse bilmeseydim ben.
     Tekrar yola çıksam her adımda bin bir heyecanla olurdum. Bir kez daha düşer bir kez daha ağlardım. Ve bir kez daha yatardım annemin dizine. Şimdiki günlerin acısını çıkarmak için. Bir kez daha tutardım babamın elinden asla bırakma elimi dercesine...
     Elveda çocuk. Elveda. Gelebilseydim eğer yanına sabahlara kadar oynardım seninle. Ama giden gelmiyormuş işte, Elveda...


14 Kasım 2011 Pazartesi

Beni tanımla


Evvel anla.sonra anlat!
Beni anlamadan bir adım dahi atma bana. Kal orda. Önceden neredeysen tamda orda. Öyle uzaktan bakıpta aldanma. Açık ol. Cesur.
Maviye sor beni. Neden çok sevmişim. Kendimi bulmuşum.
Yastığıma sor mesela. Nasıl uyurmuşum. Kaldırım taşlarında neden kaybolmuşum. Kaybettiğimde nerde bulmuşum kendimi.
Sustuğum zaman. dalıpta gittiğim uzaklara. Kızaran yanaklarım ne söyler. Ne konuşacağımı bilemediğimde nereye koyacağımı bilemediğim ellerim. Kendimi ifade edemeyen kelimelerim.
O yemeği neden çok severmişim. Neden ben pejmürdeymişim.
Yoksa çok mu büyük hayallerim?
Neden cam kenarında uyumayı severmişim. Ne dinler mişim. Hangi ritimdeymiş hissetmişliğim.
Çok kendini beğenmiş, öyle miymişim. Ne söyler mişim. Sessizliğimde. Ne düşler mişim.
Bir kedinin mundar ciğeri miymişim?
Söylesene bana ben neymişim?
Anladıysan anlat beni, hakkım helaldir. Ne dersen de boynum kıldan incedir. Esirgeme lafını, çekinme söyle. Fakat bir ricam olacak, beni başkasından sorma. Olamadığın kendinden sor. Belki o daha iyi tanır beni.
Eğer ki bir gün; seni anla(t)maya ömür yetmez, dersen;
Şimdi tanımla beni, sonra tamamla!

3 Kasım 2011 Perşembe

Dağılan Bilyeler


Gözlerimi açtığımda salonda, koltuğun üzerinde buldum kendimi. Terler içindeydim. Doğrulup dışarı doğru baktığımda hava kararmış sanki gecenin bir yarısıydı. Koltuğa oturdum ve geçmiş olduğunu düşündüğüm yatsı namazı, yazmayı planladığım yazı ve okumayı düşündüğüm kitap geldi aklıma. Hiç birini yapamamış gecemi heba etmiştim. Masanın üzerinde duran saate baktım ve saat daha dokuzdu birden içimde bir mutluluk kıvılcımı oldu. Derken aniden aklıma gördüğüm rüya geldi, irkildim. Vücudumdan soğuk terler boşaldı. Ellerim buz kesmişti adeta. İçimi bir ürperti ve korku kapladı.

Elimde bir torbanın içinde bulunan onlarca rengarenk bilyeler vardı. Alışveriş merkezi gibi bir yerdeydim. Yanımda bilmediğim bir arkadaş. Birden elimdeki tüm bilyeler yerlere saçılmaya ve yüzeyde dört bir yana saçılmaya başlamıştı. Bir an ne yapacağımı bilmeden bakakaldım öylece. Sonra yerlere saçılan bilyelerden bulabildiklerimizi toplamaya başladık. Ne kadar başarabildik bilmiyorum ama bir avuç bilyeyle yürüyen bir merdivenden çıkarken onlarda dağılmıştı. Şaşırmıştım. Olabildiğince üzgün. Onlarca bilyeler elimde bir kaç tane kalmıştı şimdi. Ve rüyam bitmiş salonun ortasında bulmuştum kendimi.

Acaba rüyamda gördüğüm bilyeler neye işaretti. Ne hata etmiştim de dağıtmıştım o bilyeleri. Neden bir alış veriş merkeziydi ve O alışveriş merkezi neyi anlatıyordu? Günlerce düşündüm bunların cevabını, oldukça etkilenmişti rüyadan. Şimdilerde zannediyorum ki, o çok modern alışveriş merkezi bizi oyalamak için süslü püslü janjanlı bir şekilde bize sunulmuş ve adına teknoloji denmiş garip icatlar topluluğu. Bir televizyon, İnternet  bilgisayar, ya da telefon. Neden olmasın? Dağılan bilyelerse zaman? gençlik? imkanlar?
Çok defa zamanın önemi üzerinde durulması bir daha geri gelmeyecek olmasından değil midir? Tıpkı dağılan bilyeler gibi. Ne kadar toplamaya çalışsan da  birine odaklanırken diğeri kayboluverir gözünden. Gitmiştir. Bir daha gelmemek üzere. Bulamadığın bir yerlere.

Şimdi ben hatalarım üzerinde düşüne durayım.Fakat bu da benim elimdeki kalan diğer bilyeleride kaybetmeme sebep olmasın. Diğerlerinin âkibetine uğramadan. Çünkü ne giden geri geliyor, Ne de bir şans daha veriyor. Bilmem sona ne kadar bilyem kaldı ama elimde olanlarla harikaları başarmamak için hiç bir sebebim yok.

Gelin elimizdeki bilyeleri dağıtmadan kıymetini bilelim. Giden gitmiştir. Elde kalanlarsa bizim. Dün geçti bugünde geçmek üzere, peki öyleyse yarınlarımızın kıymetini bilelim. Daha zaman var demeden, tam da zamanı diyebilelim. 

Zamanı kullanmasını bilemedim, şimdi zaman beni kullanıyor. (Shakespeare)

2 Kasım 2011 Çarşamba

(i)n(s)an-kör



İnsan, bilindiği üzere "bir şeyi unutmak, kasten terk etmek ve gâfil olmak" anlamına gelen nisyan kelimesiyle Kur’ân’ı Kerimde pek çok ayeti kerimede bahsedilmektedir.
İnsan birçok zıtlığı üzerinde toplayan nadir varlık. Hem alçalabilen hem de en yüksek mertebeye ulaşabilen.
Hem eşref hem esfel. Önce hükmedilen sonra da hükmeden.
Yaratılışı gereği zayıf. Aciz. Pek aceleci ve hırslıdır. Fakat, çoğu zaman insanın bu hırsı kendi eliyle kendisini  alçaltır. Gözünün önüne çekilen perde bir adım sonrasını göstermez.
Üstün gelmek ister.   Tartışmayı bu yüzden sever her zaman. Bu yüzden pek inatçıdır insan.
Ve asıl vurgulamak istediğim nokta. ‘Kahrolası insan, ne kadar da nankördür’.
Evet insan nisyandır ve bundan dolayı pişmansa kurtulandır. Rabbin verdiği bunca nimetin ardından her şeyi unutmak için kullanmışızdır çoğu zaman bu sıfatı. Fakat iyiliği yapıp denize atarken neden kullanmayız nisyanlığımızı.
Bir afet bölgesinde göçük altında kalmış insanların yakınlarından ‘Allah’ım ne olur onu bize bağışla’ diye yükselen nidaların yanında, hayatları kurtulupta çadırda yaşayan insanların ‘evimiz, barkımız, her şeyimiz gitti’ nidalarını duyarsınız. Rabbi canını bağışlamış, ve günahlarına tevbe için bir fırsat daha verilmişken neden nankörlük eder insan?
Neden her gün kupkuru toprakta yetişen bin bir çeşit meyveyi, asılı duran gökyüzünü , gecenin ardından gündüzü, aldığımız nefesin ardından verdiğim nefesi, aksırdıktan sonra duran kalbimizin çalıştığını, aklımızın idrak edemeyeceklerini kabul etmesi için verdiği kalbimizi, attığımız bir adımdan sonra atabildiğimiz ikinci adımı, unuturda dalar gider dünyaya?
Küçücük bir balığın denizde suyun kıymetini bilmediği gibi deryanın içinde sadece yürüyoruz ve nankörlük ediyoruz işte.
Bir gözümüzün şükrünü gereği gibi ifa etseydik sanıyorum ki ömrü hayatımız boyunca başka bir şeye vaktimiz kalmazdı herhalde.
Yer çekiminin kıymetini bilseydik, şükürden her saniye olduğumuz yerde zıplardık.
Evet biliyorum ki tüm bunları hepiniz benden daha da iyi biliyor tıpkı benim gibi de uygulamıyorsunuz. Çünkü insan ve oldum olası nisyanız. Körüz, hemde en nankör, her şeyi bildiğimizi zannettiğimiz kadar kendimizi bilseydik, küllerimizden de olsa belki kul olurduk. Hikmete râm. Bir hırka bir lokmaya tamah olurduk.
Temennimiz o ki, önce unutan sonra hatırlayanlardan oluruz inşallah. O zaman burada bir dua cümlesini dolamak istiyorum dilime.
‘Rabbim bizi ıslah etsin’

“Biz insana katımızdan bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevinir. Ama ellerinin işledikleri yüzünden başlarına bir kötülük gelirse işte o zaman insan pek nankördür.” (Şura 48)

30 Ekim 2011 Pazar

Son Nokta'M'




       Nerede kaybetmiştim? Veya neyi? Bir nevi sorgulamam mı gerekiyor geçmişi mi? Avuçlarımın içinin terlediği, sabah olması için iple çektiğim geceleri, bir mumun ışığında kaybettiğim kendimi. Ne yapmak istediğimden ötürü neyi beklediğimi. İşte bu! Dediğim anda ne iştir bu dediklerimi. Kimin için neler verdiğimi. Bunca zahmetin bedelini. Nereden nereye geldiğimi. Yürümeyi öğrettiklerimin, ilk adımlarında beni terk edişlerini. Beraber güldüklerimin bana gülüşlerini. Söyleyin, nerede bulacağım tüm kaybettiklerimi?

        Boşa geçmiş yıllarıma. Boşa harcadığım zamana. Boşuna zaman kaybettiklerime. Boş verdiklerime. Boşluklarımı dolduramadığıma. Boş yere kızdıklarıma, kırdıklarıma. Boş yere tükettiğim nefesime, amaçsız yürüdüğüm yollara. Sona ulaştıramadığım her başlangıca. Ağlayıp boşaltamadığım gözyaşlarıma.  Kurduğum uzun uzun cümlelerin ardından eklediğim her ‘ama’ya.  Doludan döküp boşa koyduklarıma. Yanarım. Elimde olsa hepsini bir kibrit çöpüyle yakarım. Sanmayın dönüp arkama bakarım, ardımda kalan boşluklar ardımda kalmış fazlalıklardan başka bir şey olamaz.

       Aslında ben, herkese kendim gibi duyduğum güvenden ötürü takılı kaldım bu noktada. Her nokta bir kez daha karaladı beni. Bazen üç noktalar, bazen koyamadığım noktalar.  Fakat şuan öyle bir noktadayım ki, bütün koyduğum noktalar asıl noktaya ulaşmam için ayağımın altına serilmiş bana köprü kuruyor. Sabrı hüznü sevinci ve mutluluğu vaat ediyor.  Ben hüznü; mutluluğun habercisi olduğu için, sabrı; vuslatı müjdelediği için seviyorum.  Ben, bende kaybolanla var oluyorum.

       Son noktam gel artık, bir başlangıcım daha olmadan sonlandır beni, sonu sende bulayım. Sona sende varayım.



27 Ekim 2011 Perşembe

Eğer!



Kadere boyun eğişin bir şehri, kiminin tercihi belki mecburiyeti. Ama'ların Umutların inşasının medeniyeti. Ne bir gülen yüzü, ne bir güldüren yüzü. Durmuşluğun durağanlığın bir seyri. İnsanın yok hiç bir yerinde ruhuna işlemişliği. Heybetinden insanı her zaman tefekküre ve acizliğe götüren Erciyes dağı, ve Hz. Mevlana'nın hocası bu şehrin manevi lideri. Mimar Sinan'ın eseri olan ve taş yapıya sahip şehrin merkezindeki Kurşunlu camide buldum en çok huzuru. Bir gün bilmem neresinde bulurum sukûnu.
Köşe bucak yeşili arar gözünüz, fakat sadece beton bloklardır gördüğünüz! Geniş caddeleri daraltır ruhunuzu, somurtkan yüzler köreltir duygunuzu. Sanki şehrin soğuk havası insanların içine işlemiştir. Her zaman girerken bu şehre bir kara bulut takılır sanki tepeme. Engel koyarcasına tebessümlerime.  Şimdi bir kez daha âh ediyorum ve 'kısmet' diyorum geldiğim ilk güne.
Bir gün seversem bu şehri eğer, bana da sevmeyi biliyor desinler.
İşte yine bir ama. Ama belki bir sebep? Peki, ne zaman? 

26 Ekim 2011 Çarşamba

Ama...

Koşup değil kaçıp gidesim var  buralardan,
Arkama değil ardıma dahi bakmadan,
Hayata yeni bir anlam katmak için,
Değil yurduma yuvama bile uğramadan.

Sevgilerimle...

Sevmek!
İçini dolduramadığımız bir gerçek. Yanlış  te'vil ettiğimiz bir olgu. Kimi zaman boşa harcanmış bir değer. Aklı bir kenara koymak. Boyun eğmek. Dillerin lâl olup kalplerin nâra atması. Bir damladan deryalar doldurmak. Aynı yollarda aynı ayak izinden yürümek. Beklemeyi sevmek. 'ben' sözünü unutmak.
Sevmek, odanın penceresinin dünyanın en güzel sahillerine bakması. Tenini okşayan rüzgarın en nazik dokunuşlarını hissetmek. Yeşili hiç olmadığı kadar yeşil görmek. Acıyı iliklerine kadar hissetmek. Her şarkıdan kendine bir pay çıkarmak. Ve aslında sevgi paylaşmaktır.
Önce paylaşmak, sonra adamaktır.
Her kelimende O'nu yaşamak, ömrünü ona bağışlamaktır.
Tüm sevdiklerime, sevgilerimle...

25 Ekim 2011 Salı

Ne Anlamı Kalır?

Bir deprem ki ne 17 Ağustosa benziyor ne de Japonya'da ki tsunamiye. Bu sefer sadece bedenler değil insanlığımızın ruhu, merhameti, vicdanı da sallandı adeta. Bir Müslümana asla yakışmayacak kelimeleri sosyal medyalar aracılığıyla duymak çokta zor değil. ''Bu depremin aynısını Şırnak ve Hakkari'ye de bekliyoruz'' diyebiliyorlar hiç vicdanları acımadan, sanki aynı dedenin torunları, aynı vatanın evlatları, aynı kitabın inananları değilmişiz gibi! Bu kısımda bana ne düşüyor bilmiyorum, ne yapacağını şaşırıyor insan, Rabbim hepsine hidayet, basiret verir inşallah. Bu aciz insanlara şimdi yardım etmeyip ne zaman yardım edeceğiz, onlardan farkımız olduğunu nasıl hissettireceğiz, ne zaman göstereceğiz, bizde onların bu zor gününde sırt çevirirsek ne anlamı kalır Müslümanlığımızın? Lütfen biraz elimizi vicdanımıza koyalım, Lütfen.