7 Aralık 2012 Cuma

Oysa!


 Şimdi koy ellerini avuçlarıma. Bir an olsun düşünmeden, bir kez olsun tereddüt etmeden, dönüpte bir kez olsun ardına bile bakmadan, sahip olduğum yüreğini koy hadi avuçlarıma. Bir kez olsun bakmadan gözlerime, tek kelime etmeden koy. Sen konuşursan, adımı hüzünle alırsan ağzına, dayanmayacak artık yüreğim. Her şeye dayandı da bir hasretine dayanmadı yüreğim.

   Sabır taşı çatladı, göz pınarlarımda yaş da kalmadı. Olmadı. Olmaması gereken her şey olurken, bir tek sen olmadın yanımda. Uzaklarda yakın, hasrette vuslat olmadı. Şu yaşadığım bahar hep son oldu, ilk bahar hiç uğramaz mı bu beldeye.

  Tek bir sabahıma dahi seninle doğmadı güneşim. Bir lokma dahi senin elinden geçmedi boğazımdan. Oysa şimdi düğüm düğüm olmuşta canıma kastedercesine nefes vermiyor ciğerlerime. Yüreğim sanki mahşer yeri, o ateşler içinde yanarken, bedenim tir tir titriyor. Üşümüyorum ben, sensizliğin ızdırabından can çekişiyorum işte.

 Zaman demiştin, geçer. Geçmiyor işte. Her gece dakikalar asır olurken, hasretin ciğerimi alev alev har ederken, hayalden öte geçmeyen düşünceler uykuları meskenime yaklaştırmazken, sabahlar nasıl olsun söyle bana. Bu sefer gerçekler olsun ama. Bir değil bin değil, bu kaçıncı serzenişim. Duymaz mısın beni a gözleri zümrüt sevgili.

  Çaresiz miyim. Değil. Çare nedir hiç bilmedim çünkü ben. Meczup muyum yoksa. Asla. Noksan değil aklım, hepten kaybettim ben onu, seni gördüğümden beri. Ağlıyor musun yoksa diye sorma. Ağlamıyorum, çünkü ağlamak için gözlerden yaş gelir ya, oysa benim yüreğim ağlıyor, yaşlar ise kalemimden akıyor. Silme ne olur, belki avuçlarında bir iz bırakır. Belki o ellerinle tutarsın da ellerimden, işte dersin. Bu benim...

   Neyse. Belki tek kelam bile edemezsin. Ne de olsa sözlerden çok gözler anlatırmış her şeyi. Ne çok şey anlatmak istemiştim oysa gözlerimle.

  Oysa...


Sadrı AzaM
7Ak12
02:35
'bilirsin sen'

 

4 Aralık 2012 Salı

Yorgunum


Gönlüm, sanki beni almış karşısına, mahzun bir edayla gözlerimin içine bakarak, ve fakat hesap sorarmışcasına sıralar gibiydi kelimeleri;
  
    '' - Sen ki, her karşına çıkana güvendin. Değer verdin. Başın üstünde tâc ettin. Kırarım diye kırılmayı tercih ettin. Acımasın canı diye beni acıttın.
      - Sen ki, değer verdiklerini hoşnut edebilmek için, evvel benden geçtin. Beni hoş etmekten öte onları memnun ettin, önemsedin. Bilmesinler istedin. Ben acı çekerken kimse üzülmesin diye, belli bile etmedin.
      - Sen ki, kimseye iki çift laf edip halini arz etmek yerine, anlaşılmak istedin. Sözden uzak bir eda ile benim istediklerimi bilsinler istedin. Üzüldün, kahroldunda yine beni harcadın, benim canımı yaktın.
      - Sen ki, karşılıksız sevdin her sevdiğini. Ne bir meta ne bir fayda umdun. Umduysan eğer o da sadece sırtını rahatça yaslayabilmekti. Güvenmekti. Oysa kime güvensen karlar yağıyordu o dağlara. Bense hep üşüyen ve yıpranan oldum.
      - Sen ki hep anlatmak yerine anlaşılmayı bekledin. Olmadı. Yapmadılar. Kimse bana hitab etmedi. Kimse benim varlığımdan dahi haberdar olmak istemedi. Ama sen yine bana geldin ve yine beni mahvettin.
      - Biliyorum ki 'Sen ki'ler hiç bitmez.
      Ama artık yoruldum anlıyor musun. Takatim kalmadı artık. Kimsenin benimle işi kalmamış. Beni düşünen sen dahil kimse yok! Bir kenara itilmekten yoruldum, yo-rul-dum. ''

      dedi ve gitti. Bir daha hiç dönmeyecek gibi.



Sadrı AzaM
4Ak12
23:00
'sen de anla'

  

2 Kasım 2012 Cuma

Dert o(r)tağı aranıyor





   Şu aralar gönlüm ile mantığım arasında kalan pencerenin camına A4 kağıdı üzerine büyük puntolarla 'dert o(r)tağı aranıyor' yazıp, altına da daha küçük puntolarla şöyle bir dipnot düşmek istiyorum: Dert zannettiğimiz bütün uğraşlara inat, beni maksuda ulaştıracak, meyli dünyadan azade olmuş, kelamı kıyl-ü kalden vareste, kalbi maşuk ile dem bulmuş, muhabbetinde kavrulduğum dert ortakları aranıyor.

  Pekala tercüman olurdu duygualrımın ekseri çoğunluğuna. Ve pek tabi komik gelirdi sokaktan gelip geçen dertsiz başlara. Anlamazlardı. Anlayamazlardı. Çünkü Mevlana çok güzel demiş asırlar evvelinden; ''Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguyu paylaşanlar anlaşır'' diye.

   Bir çok dava adamı olduğunu iddia eden adamlarla oturup kalktım. Davam deyip üzerine geçirdikleri giysiden dahi haberdar olmayan 'bir sürü' insan. Ancak sürü olurlar zaten. Daha davanın ne demek olduğunu bilmeyen, davam dediği şeyin dilinden gönlüne varmayan, dava diye peşinden koşar adım gittiği kıyl-ü kalin kendini iyi hissetmek adına bulunduğu gruptan haberi olmayan bir sürü insan.

  Vah! dedim.
Vah! bizim halimize. Güvenip sırtımızı döndüklerimize. Sokaklarda gördüğümüz kuru kalabalığa. Şekil ve sembollerin esiri olmuşlara. Kendinden başka herkesi yanlış yolda adledenlere. Menfaati ölçüsünde dava dediği şeye sarılanlara. Daha kendini kurtaramamışken dünyayı kurtaracağını zannedenlere.

  Vah ki; kendini göremeyenlere. Kendini bilmeyenlere. Haddini bilmeyenlere.

   Hal böyle. Dert çok. Söylem çok. Dava çok. Adam YOK!
Bu işe önce, Adam olarak başlayacağız. Daha Adamlıktan nasibi olmayanlar bana davam diye gelince, kimi adam yerine koyacağımı şaşırıyorum.

   Evet yârenler. Dert o(r)tağı arıyorum. Önce kendini bilen. Sonra Melihat Gülses dinleyen. Mustafa Kutlu'nun bütün serilerini ezberleyen. Final vize bilmeyen. Uykuyu seven. Ve en önemlisi 'herşeyden önce çay' diyen birini arıyorum.

  Ne dersiniz, bu kriterleri zorlasak bi dava da bizden çıkmaz mı?



Sadrı Azam
'ironinin dibi'
2Km12
Kayseri/Malikhane



10 Ekim 2012 Çarşamba

Memnun muyuz?


   Ders anlatıyor hoca. Tarihmiş. Hatta usulü. Bütün tarihi olaylar din, imân, küfür çatısı altında çıkmış. Öyleymiş. Miş işte. Hep öyle öğrenmedik mi? Geçmişte yaşanmış veya duyduğumuz olayları aktarmak için -miş kullanacakmışız. Kullanalımmış. E kullanalım bari.
Sen külahıma anlata dur hocam. Ruhum bu sınıfta yokken, nasıl kulaklarım sende olsun. Haklıyım değil mi hocam? Saygılar 'can' hocam.
   Pencere kenarındayım zaten. En baştan hazırlamışım kendimi bu ortamdan soyutlamak için. Dışarıda yağmur, ciğerlerimizde toprak kokusu. Bulutların efkarı sınıfı boğuyor. Daha ikindi ezanı okunurken yanıyor sokak lambaları. Onlar bile gece için hazırladılar kendini. Ben nasıl direneyim daha fazla.
   Gözlerim bahçenin içinde alabildiğine uzanmış asaleti, dik duruşları ve en önemlisi yeşiliyle içime huzur veren çam ağaçlarında.Şimdi teker teker çeşitlerini saymayayım -zaten bilmiyorum, ben ne anlarım botanikten bahçeden- ama yeşile ve tonlarına müthiş bir sempatim var. Yazdığım kalemin rengi bile antep fıstığı yeşili. Ne kombinasyon ama. Bak yeni farkettim çam ağaçlarının arkasında baş kaldırırmışcasına semaya yükselen çınarlar. Sizin bu dik duruşunuzdan almamız gereken bir sürü ders. 
Söyle ey ulu çıkar. Dersimi geçebilir miyim sence?
  İşte öyle ahali. Herkes ders dinleye dursun, ben ruhumu. Herkes göz kapakları ile çenk ede dursun, ben kalemimle. Herkes 3-5 puan fazla alabilmek için not tutadursun, ben daha sıkı tutayım... Neyse, uzar da gider işte. Uzatmayalım sadede gelelim.
  -Benim yerim neden burası?
  -Acaba şuan doğru yerde miyiz?
  -Hangimiz mecburiyetlerin veya düzenin esiri olmadı ki?
  -Biz bunları mı hayal etmiştik?
  Kafam da deli sorular işte. Ne ben ne bir başkası kolaylıkla kalkamaz bu soruların altından. Herkes memnun olma maskesine bürünmüş. Herkes memnuniyetlerle mecburiyetleri karıştırmakta. Acaba kaçımız mutluyuz şuan bulunduğumuz yerden.
  Sahi neden bu kadar korkarız bu sorulardan. Olmak istediğimiz yerde değiliz biliyoruz. Peki o zaman neden olmak istediğimiz 'biz' için çabalamıyoruz. Neden hayallerimizin peşinden koşmuyoruz? Çok mu vaktimiz var yoksa. Sanmıyorum. Kabul edelim korkağız. Cesaretten uzak. Belli kalıplar içinde yaşamaya razı olan kişilikler. Belki o bile yok. Belli ki, belkiler de çok.
***
  
   Ders bitmek üzereyken bir sorum oluyor hocaya:
-Şuan bulunduğunuz yer, bulunmak istediğiniz yer mi hocam?
-...

Sadrı Azam
9Ekim12
16:45
 




1 Ekim 2012 Pazartesi

Ne Olur!



Ne olur!

Saat,
Yine aklıma seni getiren zamana geliyor.
Gözlerime bir hüzün dolakalıyor.
Avucuma düşen damla damla yalnızlık.
Daha bir sıkı sarılıyorum kucağımdaki yastığa.
Zaten o bana ben ona alışkınım.
Yalnızlık paylaşılmaz, bilirim
Ama en çok onunla dertleşirim işte.
Kimse bilmesin anlamasın diye.
Zaten anlayamazda…

Aklıma geldin ya, yine çay istedi canım.
Kalktım.
Demliğe suyu koydum, tam kibriti yakacağım.
Bir an durdum ve bir ihtimal dedim.
Bu sefer iki kişilik koyuyorum çayın suyunu.
Gözlerim parladı ansızın.
Sahi ne dersin, çay içmeye gelir misin?
Heyecanlanıyorum.
Bakmayı unuttuğum aynaya
Dikkat etmediğim yüzüme bakıyorum
Ne de çok uzamış sakallarım,
Uykusuzluktan şişmiş göz altlarım,
Sensizlik dolup kalmış kalp kapaklarım,
Çatlamış umutsuzluktan dudaklarım,
Feri kaçmış gözlerimin.

Suyu açıp yüzüme çarpıyorum,
Gerçekleri söyler gibi.
Çay diyorum, kalkıp demini atıyorum,
Tam sevdiğin gibi.
Ve elime resmini alıp gelmeni bekliyorum,
Her gece yaptığım gibi.
Zaman, bana mısın demeden geçerken
Çay, demini alıp kıvamına gelirken
Benim kulağım kapıda,
Son trenin sirenini bekler gibi.
Bardakları çıkarıp koyuyorum tepsiye
İkisi de ince belli, tam istediğin gibi.
Hadi artık,
Bekleyecek gücüm, dayanacak takatim
Kendimi kandıracak yalanım kalmadı.

Derken saatler geçiyor da
Ne kapı çalıyor, ne umudum kalıyor.
Bardağına koyduğum çayda soğuyor
Odamın içi de.
Yine yoksun işte.
Gelmeyeceğini
O kapının açılmayacağını
Yine yalnız uyuyacağımı
Damla damla gözyaşı dökeceğimi
Bile bile
Bekliyorum.

Ama olsun.
Ben yine beklerim.
Yine çayı hazır eder,
Baş köşeyi sana ayırır
En güzel kıyafetlerimi giyer
Kendimi de adam eder
Seni yine beklerim.

Ama
Lütfen
Bu sefer gel. Ne olur!

Sadrı Azam
30Eylül12
maf|abd

3 Ağustos 2012 Cuma

'tesettür' ama nasıl?

   
    Biraz daha düşünelim, düşündürelim diyorum. Keza düşünmek zihnimizi ferahlatıp, keşfedilmemiş diyarlara alıp götürüyor bizi. Her birey, bambaşka bir kare olacak bu bütünde. Bu defa biraz çağımızın sorunlarına parmak basalım diyorum.
   -Erkeğin tesettürü göz kapaklarıdır. Bu iki iki dört. Ama hanım kardeşlerimizin aşikar hatası olan, yanlışın içinde yüzüyorken doğru yolda olduğunu zannetmesini nasıl açıklayacağız. Yaşadığımız şu çağda sadece başını örterek tesettürlü olduğunu zannedenler var. Peki,  Kur'anı Kerimin kastettiği tesettürü, yaptıklarının yanlış olduğunu nasıl anlatmalıyız. Sadece kalp temizliğinin beş para etmediğini nasıl ifade etmeliyiz. Toplumun temel taşları olan kızlarımızı bu hastalığın pençesinden nasıl alıkoyabiliriz?
     Hadi bakalım, bu  kez elimizi vicdanımıza koyma vakti.

24 Temmuz 2012 Salı

Sevgi her şey değil, çok şeymiş.

   
       Bazı şeylerin objektif tanımları olamaz hiçbir zaman. Her birey kendince hisseder, kendince yaşar ve en nihayetinde kendince tanımlar. Nereye koymam gerektiğini düşündüm uzun mühdet. Ve sonra 'anlamak mı' 'sevmek mi' dedim kendi kendime. Sevdiklerimi düşündüm, niye sevdiğimi, nasıl sevdiğimi, ne için sevdiğimi. Sonra tüm bunları harmanlayıp sevgiyi düşündüm. Ama anladım ki bir değil bir sürü çeşidi varmış sevginin. Ardından hangi sevgiyi ele almam gerektiğini düşündüm. İçinde şefkat olanı başka, merhamet olanı başka, muhabbet olanı bambaşka.
    Şimdi ele almamız gereken veya ele almam gereken sevgiyi 'salt' olan olması gerektiğine karar verdim. Bir annenin çocuğu sevmesi, bir canlıyı (bikli, hayvan) sevmesi, ilgi duygusunun fazlalığından ötürü olan sevgiler değil bahsettiğim. Hani kalpten kalbe kurulan köprüler var ya, bir kelimesine, bir bakışına, bir tebessümüne kapıldığımız karşı cinse olan sevgi. Değerlendirmeyi sadece bu sevgi üzerinden mütalaa edelim lütfen
-maksadım bu işe şehvet nazariyesi ile yaklaşmak değil, ruhların derinlerine inmek istiyorum-
   Aslında bahsetmek istediğim salt sevginin - kendimce - tanımını yaparken, sorunun cevabını da bir güzel vermiş oldum. Bir kelimesine, bir bakışına, bir tebessümüne... Demek ki anlamak gerekmiyormuş sevmek için. Oturup derin derin düşünerek, önümüze sözlüğü açıp, ansiklopediler karıştırarak sevilmiyormuş.
   İtiraf edin ki bir çok kez 'kendime anlam veremiyorum, onu görünce midemde hissetmediğim buhranlar yaşıyorum, kalp atışlarım olağan dışı olarak atmaya başlıyor, bir anda sanki çocuk oluveriyorum, farkında olmadan yanaklarım kızarıveriyor' diyorsunuz. Ve artık geceleri yastığa başınızı koyduğunuzda  zihninizin  bütün odalarının onla dolup taştığını, tesadüf süsü verip karşılaşma planları yaptığınızı, her şeye bir sürü mana yüklemeye başladığınızı ne çabuk unuttunuz.
    Yok yok. Eminim ki seven insan asla unutmaz.
    Anlamak, akıl işidir. Akıl eşittir mantık. Oysa hangimiz severken bu işin mantığını düşündük ki? Çevremizdeki herkes 'çok mantıksız' nağaraları atarken hangimiz sevgimizden vazgeçtik? Vazgeçtinizse zaten hiç sevmediniz.
    Tabi ki anlayan da sevmez değildir. Oysa sevmek için ille de anlamak gerekmez.Ama bazense başlı başına anlamak isteriz köprünün karşısındaki, yüreğimizin öteki ucundakini.
   Anlamak artırır çünkü, güçlendirir. Sevgiyi, sadakati ve muhabbeti.
   Buradan şöyle bir sonuca da varabiliriz. Her seven anlamaz, ama her anlayan daha çok sever. Mamafih sevgi her şey değil fakat çok şeydir. Unutmayın ki bir süre sonra sevgiyi tüketmiş birliktelikler anlam yükledikleriyle ayakta kalırlar.
   Şunu anladım ki, anlamak sevmekten zor imiş.

   Yine bir yerlerde bağrı yanıkların feryatları geliyor, çınlayan kulaklarıma,
   Ve bir dua düşüveriyor dudaklarımdan, semaya açılmış avuçlarıma,
   Ya Rabb senin rızan için çarpan kalpleri iki cihanda da ayırma,
   Sevdiğinde seni görenleri, cennette dizinin dibinden uzak kılma,
   -muhakkak ki sen, işiten ve duaları kabul edensin-

|Umarım beklediğinize, beklentilerinize tercüman olmuş satırlar serdetmişimdir.|

sadrı azam
24Tz12
3:oniki
Calw
abd|maf



7 Temmuz 2012 Cumartesi

Hangisi?


Sadece bir kaç dakikanızı ayırmanızı, bu mukaddes ve bir o kadar da mühim soru için yorumlarınızı sizden rica edeceğim. şimdiden teşekkürlerimizi arz ederim. tabi ki ben de en sonunda değerlendirmemi yapacağım, hadi bakalım kolay gele :)

     ''Seven mi anlar, yoksa anlayan mı sever?''

          Hangisi ise neden?

27 Haziran 2012 Çarşamba

ya Hep ya Hiç


  Zahiren baktığımız zaman iki zıt durumu arzeder hep ile hiç. Bir arada dahi olma ihtimali olmayan iki ihtimal.
  Şöyle göz ucuyla bakıverdiğimiz zaman hep; her şey, kül, bütüne sahip olan, sürekli, süregelen ve sürüp gidecek olan, bitevi gibi manalar arz eder.
  Hiç ise, yokluk, yok oluş, son buluş, belki sıfır, belki 'şey'lerin zerresinin bile bulunmayışı. Hadsizce, şuan zihnimden geçen manaları verdim bu iki kelimeye.
  Kim bilir belki hepsinde isabet ettim, belki hiç birinde.
  Yukarıda ki cümleyi okurken'hep'sinde ifadesini kullanmış olmamın cümleye kattığı gururu, kibiri, kendinden eminliği ve beğenmişliği gördünüz değil mi? Gördünüz tabi ya, 'hep' ben mi göstereyim. işte bu kadar mutlaktır her yerde kendini her şey zannedişi, fütursuzluğu, vusülsüzlüğü... daha hangisini sayayım, siz 'hep'sini bilirsiniz!
  Oysa 'hiç', hiç öyle mi?
  Dervişlik, hiçliğe ulaşma amacı ile başlamaz mı? İlk tenbih 'bilmem' diyebilmektir. Her şeye 'bilmem' Yunus'a adını unutturan da bu mertebeye ulaşma gayesi değil miydi! Sorulan her suale 'bilmem'
  Nasılsın?
 -Bilmem.
  Ne yapıyorsun?
 -Bilemem.
  Nereye gidiyorsun?
 -Nereden bileyim.
  Bilmem.Bilmem.Bilmem.
  Keşke 'hiç' bilmeseydik.'hiç' bir şeyi bilemeseydik. Oysa nefsimizin bizi herşeyi öğrenmeye iten karşı konulmaz merakı yok mu! Okuma- yazma bilmeseydik mesela, n'olurdu? 'Hiç'
  En büyük örnek efendimiz (s.a.v). ümmi idi. okuma ve yazma bilmiyordu. Bazı müfessirler ve alimler bu durumu peygamber efendimize yakıştıramayıp ayet ve hadisleri yanlış yorumlama hatasına kadar düşmüşlerdir. Oysa unuttukları bir şey vardır.
  Bilmek her şey değildir. Ve bu da peygamber efendimizin mucizesidir.
  İlk basamakta tüm bildiklerimizi unutmalı, bütün kitapları yakmalı, bütün benliğimizi bilmemekle doldurmalıyız.Vel hasıl bu yol uzun. Varmak istediğim nokta ise bambaşka.
  Hiç. Ne kadar dolu, heybetli, ne ulvi, nice yollar katedilip gelinmeli. Sıfatları ile sayfalar dolar. Bu aşikar. Ama bunu ancak bilmeyenler yapar.
  Mütevaziliğin varılası en son noktasıdır. Ve çok defa hiçlik makamı diye tasrif edilir. Neden; çünkü makamların en ulvilerindendir. Yegane derdi emanetcilik olan, yani bu bedeni ve sözde sahip olduğu her şeyin emanet olduğunu bilen, yaşayan insanların kapısı, diyarı, sofrası, makamıdır.
  Binaenaleyh çok şeyi olanlar çoğu zaman mutsuz olanlardır. Çünkü mutlu olmak için sebepleri azalmıştır. Güneşin doğması bir bülbülün nağarası onu mutlu etmeyecektir.
  Çok çok uzun lafın kısası; 'hiç'bir şeyi olmayanın her şeyi vardır.
ve ardından kısa ve up uzun tercih bizimdir. ya hep ya hiç.

Sadrı Azam
27hn12
1:05
Calw
'ne eyleye'







2 Haziran 2012 Cumartesi

Kapında bir ömür

  
Ömürler vardı, bir kapının eşiğinde sürüp giden, sürünüp, heba olup giden ömürler.
Belkiler vardı, kapının eşiğinde, ihtimallerle, umutlarla, geçip giden muallakta belkiler.
Hayatlar vardı, hayatta olmaz dediklerimizin kapısında bulunan hayatlar.
Çiçekler, o kapının sahibine eşlik eden, eşiğinde su bekleyen, güzellik sunmayı maharet edinmiş çiçekler.
Merdivenler, basamak basamak sahibini yüceltme derdinde, bir indirip bir çıkaran merdivenler.
Kapının kolunda gizli saklı gelen onca konuğa ilk merhaba sunan büyüleyici rayihalar.

Hoş gelmişliklerin, hüzünlü vedaların buluştuğu, hem mutluluğun hem hüznün, hem göz yaşının hem hasretlerin ağırlandığı, bir ince çizgide bir bekleyen bir beklenenin olduğu kapılar. Bazen ardına kadar açılıp 'buyur' edildiğimiz, bazen yüzümüze çarpılan kapılar.
İşte kapındayım.
Ömrüm, senin olsun, heba olacaksa da  vezir olacaksa da. Belkiler hep belkilerle kalsın. Hayatın çiçeklerimle dem olsun. Sen olsun her y/anım. Basamakların gözlerim olsun, her bakışımla yücelttiğim sen. Feda olsun ömrüm kapında bekleyecek olsam bile. Kavuşamasamda kapında harcadım derim ömrümü. 

Geldim işte sevgili, Al beni içeri, ve üstümüzden kilitle bizi. Ne biz çıkıp gidebilelim bu mekandan, ne de bir başkası olmasın bizden başka.
Kapındayım işte, eşiğinde, bir umut dilencisi, gözlerinin esiri, senin olmaya, seninle d/olmaya geldim.
Bir 'Buyur' etmez misin?


Sadrı Azam
2Hn2012
02:50
'Sensizliğin Arefesi'


17 Mayıs 2012 Perşembe

Farkımdayım...







Ben böyle olmamalıydım!
Ardında destanlar gizli mısralar. Can alıcı nokta. Farkına varmam gereken kör nokta. Ben böyle mi olacaktım.

Oysa yegane ulaşmak istediğim nokta, ben'den vazgeçmek değilmiydi ki hala ben diyorum? Ben dedikçe, benliğimi kaybediyorum. Oysa bensiz bana ulaşmam gerekmiyormuydu. Ama sadece ben'le. Çünkü bir başkası hiç ben olmadı.

Kendime inanamıyorum. Çünkü kendim olamıyorum. Çünkü korkuyorum. Korkularımdan. Pes etmekten. Yarı yolda kalıvermekten. İnanmaktan. Güvenmekten. Ağız dolusu dostum diyememekten. Olmak istediğim değil, olmamı istedikleri rolü oynamaktan.
Sahte gülücükler.
Sahte kimlikler.
Taşımakta güçlük çektiğim benlikler.

Kendime bile itiraf edemediğim gerçekler. Ne kadar da çokmuş meğersem.
Doldum, taşmak üzereyim. Tamda son damlanın son demindeyim. Gecenin kasvetinde aynadaki yalancıdan gizlenmekteyim.
Bu yük ağır geliyor. Bu tırtıl kelebek olmuyor. Bu tomurcuk açmıyor. Olmuyor işte. Olması gerekenler, olmuyor. Olması istenenler birbiri ardına sıralanmış duruyor.

Kopmak üzere artık sıkı sıkıya tutunduğum ipler. Ellerim nasır tutmuş. Feri kaçmış gözlerime uyku peydah olmuyor. Ya tamam ya devam noktasındayım. Ya son çırpınışlarla boğulacağım ya da bırakıp geldiğim oyuna devam edeceğim.

~•~

Yine hüzün damlacıkları dökülüyor ben çayımı yudumluyorum. Yağmurlar, evet o çığlıkları kulağıma geliyor. Serinliği tenime işliyor. Karşımda duran yeşilliğe dalmışım. Bakıyorum bakıyorum ama göremiyorum.

Batıp kaldığım o dehliz tam da burada. Bir çok defa kendime de bakıyorum bakıyorum ama göremiyorum. Harcadığım onca zamanın meşgaleleri.
Ben nerdeyim?
Ey gördüğüm, sende kimsin?
Hayır hayır inanmam bu ben olamam.
Ve usulca şeytan kulağıma fısıldar.
İnan dostum, bu sensin!

~•~

Bir yudum daha alıyorum tesettürlü çayımdan.
Artık Farkımdayım. Bu benmişim...

  
Sadrı Azam
17Ms2012
00:17

4 Mayıs 2012 Cuma

Yuvadan uçan serçe...



'Kaldım anam gurbet elde
Hasret sabrımı deliyor
Yüzünü göreyim gel de
Eller beni göndermiyor'


  Tüm acımasızlığıyla çalan şarkı, 
kapkaranlık üstüme çöreklenen gece,
yalnız başıma oturduğum sofra, 
dalıp giderken gözlerim uzaklara,
gözlerimin ucunda bekleşen yaşlar 'yeter artık' dercesine boşalıverdi gözlerimden. Çatal, kaşık düştü elimden. Ağzıma aldığım son lokma boğazımdan aşağıya inmiyor. Düğüm düğüm olmuş boğazım, elmacıklarımdam süzülen gözyaşlarımın sıcaklığıyla, hüznüme hüzün gözyaşıma keder katıyor.
   Ana. Anacığım.
   Seni çok özledim. 
   Neredesin Anne? Bak hüngür hüngür ağlıyorum. Basmayacak mısın bağrına? Saçlarımı okşayıp 'Ağlama guzum' demeyecek misin?
   Anne!
   Artık bu hasret canıma tak etti. Aylar var ki bir kez olsun görmedim yüzünü. Kafamı koyup dizine yatmadım kaç gece. 
   Anne!
   Olmuyor işte! Veda ederken döktüğün gözyaşların, son sarılmamız, serçem deyişin geldikçe aklıma, hakim olamıyorum gözümden akan hasret yaşlarına. Oysa kendimi o kadar sıkmıştım ki ağlamamak için giderken yanından, dişlerim boğazıma döküldü zannettim. Ama şimdi yapamıyorum işte, salıverdim kendimi. Tutamıyorum göz pınarlarımı... 
Senin sevgin olmadan inan ağzımın tadı bile yok. Yok işte, yok! Hasretin şurada, bak şuracıkta ateş gibi yakıyor içimi.
   Anne!
   Ellerin memleketinde, ellerin yanında seni daha çok özlüyorum annem. Dayanamıyorum içim acıyor. Annem. Sensiz sabahlar olmuyor. Alnımdan öpmediğin her gecenin sabahında kabus görmüş gibi uyanıyorum sanki.
   Üstümü örtenim yok anne... Gözden kaybolana kadar kapıdan yolcu edenim yok buralarda. Boynu bükük,  garip garip dolaşıyorum bu şehrin sokaklarında.
Biliyor musun anne? Bu şehri, beni senden ayırdığı için sevemiyorum. Sevmiyorum işte sevemiyorum sensiz hiç bir şeyi sevemiyorum anne. Bu şehir senin hasretinden başka bir şey vermedi bana.
   Annem...
   Odam çok soğuk. Yağmur yağıyor. Görüyor musun bulutlar bile ağlarken ben nasıl söz geçireyim yüreğime. Hem çayımda bitti. Anne bak! mürekkep yine gözyaşlarımla birbirine karıştı. Ağlıyorum işte. Hasretin bağrımı yakıyor. Özlüyorum, çok özlüyorum sizi.
   Şimdi yatıyorum canım anneciğim.
   Yoksa bu gece de üzerimi örtmeye gelmeyecek misin?
   Anne! Anneciğim...

Sadrı Azam
4Ms12
21:05
...|maf

1 Mayıs 2012 Salı

Umuda Hasret



Neydi umut? 
Nelerde arar olduk? Uzakken yakın, yakınken uzak mı?  
Neydi hasret? Takatsizlik mi? Kıvılcımlardan ateş olmak. O ateşte pervaneye dönen kelebek mi? 
İki kapı arasında geçip giderken ömür, her kapı ardında elem. Nutku tutulan kelimeler, bitmek bilmez geceler, uyku girmeyen gözler. Düşlerine düşmüş olma umuduyla hasret odunda pişmek.  
Yoksa her dem böyle mi sürüp gidecek? 
Bilmezsen bilir oldum seni. Görmezken hayal eder. Ararken buldum seni. Bulduktan sonra hasret çekmek. Yanarken kalbimin Süveydaları bugünlerden öte yarınları beklemek.  
Şimdi bilmem gecenin hangi demindeyim. Yüreğimde sen, kulaklarımda senin üftade sesin. Perde perde açılırken ellerim, kağıda dökülen serzenişden öte sitemlerim. Biliyorum, bu gece ve bilmem bundan sonraki kaç gece yine sensiz yine umut dilencisiyim.  
Aşk bilinmez, yaşanır biliyorum. Yaşamaksa eğer ben seninleyim. Ama şuan uzakta, biçare, bihaber, güneşi bekleyen gündüzler gibi dertliyim.  
Güneşim olma, gece sensizliğe katlanamam. Mehtap olmak dilersen gündüzleri sensiz neyleyim. Herşeyim ol işte. Hasrete de razıyım, umutsuz umutlara da.  
Bir geceyi de seninle geçirmek mi? İşte Umut! 
Bu gece de sensizim. İşte Hasret! 
Sabret bakalım, Çoğu gitti diyemem belki ama azı kalmıştır elbet! 


SadrıAzam
1My12
02:53
...|maf

19 Nisan 2012 Perşembe

Uyumak istiyorum

                                              

  Odamın içinde nazlı nazlı süzülen güneş damlacıkları, benliğimi saran lavanta kokusu, 'beni bırakma' dercesine  saran yatağım, pencereden ciğerime dolan temiz zannettiğim hava, 'bugünde yaşıyorsun' diyor bana. Evet yine, yeni bir güne, yeni bir başlangıca açıyorum gözlerimi.
    Son uykum diye kaparken her defasında gözlerimi, yeni bir merhaba ile, bir gün daha kazanmış olmanın sevinciyle uyanıyorum. Çok şükür bir günüm daha var. En azından 'belki bir gün' ya da son saatler.
Bilemiyorum! Sen bilirsin rabbim.
    Ne zamandır yüreğimde mayalanan kelimeler kağıda dökülme aşkıyla nağaralar atarken, 'işte an, bu andır' deyip yeşil mürekkepli dolma kalemi elime alıp masama oturuyorum.
    Her defasında olduğu gibi bir kez daha anlıyorum ki, bu fakirin istemesiyle dökülmüyor kağıda mürekkep. O isteyince ben ona ancak yön verebiliyorum. Sualler soruyorum, cevap buluyorum. Dertleniyorum derman buluyorum. Kaçıyorum yine kendim yakalıyorum kendimi.
   Bu kaçışta kendimden. Kaçıyorum. Hiç durmadan. Dönüp arkama dahi bakmadan. Nereye? Kime? Niçin? Biteviye hızlı hızlı, korka korka, vardığım menzilde yine 'ben' olacağımı bilmenin hüznü ile kaçıyorum. Yine aynı teraneler, aynı alışkanlıklar. Duygular, eksiklikler, yetersizlikler, üzüntüler, kederler, kabullenemediğim benlikler hep aynı. Aynı, aynı, aynı...
    Biliyorum ki, vardığım son durakta meskenim ne olursa olsun yine aynı bedene hapsolunmuş bir ruh. Ne kadar uzağa veya ne için olduğunun bir önemi yok. Vardığım yerde olmak istediğim ben'le tanıştırsam da kendimi, ne kadar acı ki en iyi ben tanıyorum kendimi.
   Yine sorduğum sorular yanıtsız, senaryosu yazılmış bir tiyatro, mutluluk için sığındığım her liman melankoli, beni en iyi acıtan ben.
   Kalıplaşmış ritüeller arasında, sürdürülmesi gereken zorundalık. Umutsuzluk yakışmazken bize, umut belime dolanmış bir sarmaşık.
   Medet umduklarım, mesnetsiz hayaller. Bu hengamede çırpınan ruhlar, bir umut ışığının umuduyla bekler.
   -Örtün üzerimi, uyumak istiyorum.
     |Bu defa son olsun ama...|


Sadrı Azam
19Nn12
...|maf

7 Nisan 2012 Cumartesi

Sen Yoksan...


Sen Yoksan...

Neydi sevgi?
Hasret mi, özlem mi, göz yaşı mı?
Sevgi her şeydi,
Ve dahi her şeye.
Peki o zaman sen yoksan?...
Yerini hasret mi dolduracak?
İçimi özlemin mi yakacak?
Alev almış yüreğimi göz yaşlarım mı ıslatacak?
Sevgi var, diyorlar.
Sen yoksan sevgiden banane!

Bir gülün edasındaymış sevginin kokusu,
Yeşeren umutların heyecanında,
Bülbülün nağarasında,
Gündüz güneşin,
Gece mehtabın kollarında.
Muştuymuş sevgi,
Yeniden doğuş
Bereketmiş.
Bahar gelmiş, güller açmış diyorlar,
Sen yoksan bahardan banane!

Kıyamazmış seven,
Nazenin ruhunu incitmeye.
Doyamazmış,
Adını herdem kalbinde zikretmeye.
Sabır gerekmiş,
Vuslatı bekleyen gönüllere.
Hayat yaşamaya değer diyorlar,
Sen yoksan bu hayattan banane!

Sanırdım ki cananımsın benim,
Can yoldaşım, arkadaşım
Meğer ki ötesi varmış,
Candan öte can'ımsın benim

SadrıAzam
abd|maf
06Nisan2012
Saat:Seni gösteriyor

6 Mart 2012 Salı

Şimdilerde herkes Müslüman!


       Bu yazıyı yazmazdan önce ve yahut kalemi elime alırken hanım kardeşlerime haksızlık mı ediyorum diye düşündüm. Çok mu abartıyor, çok mu yersizlik yapıyordum. Evet ben dört dörtlük biri değilim, belki dörtte sıfır. Ama toplumu ayakta tutan aile, aileyi ayakta tutan çocuğuna ilk egitimi verecek olan anneler olduğu için hiç de haksız oldugumu düşünmüyorum. Fakat şuan ne haldeyiz bunu bile idrak edecek vakti vermiyorlar bize. Ama suan bu gidişata birileri dur! demeli. Evet bu ben olamam. Belki hiç katkım olamaz. Ama elimle düzeltemiyorsam dilimle bişeyler yapmalıyım. Buğz etmek yerine ise, ben Allahtan Hidayet diliyorum hanım kardeşlerim için. 


      Öyle bir sürece girdik ki artık, Kuran'ı Kerim'in beyan ettigi tesettürü istemek için ağzımızı dahi açamaz olduk. Pardesüler artık asıl amacını aştı, başörtüler çiçek bahçesi. Ve malesef bu kriterlere uygun birileri de yok denecek kadar az. Hanım kardeşlerimizi bir tesettür modası hengâmesi virüs gibi sarmaya başlıyor artık. Doluya koysak almıyor boşa koysak dolmuyor. Bir de kendini islami olarak beyan edipte Müslüman kardeşlerimizin beynini allak bullak eden Âlâ dergisi var ki onların yatacak yeri yok. Davacıyım onlardan, bu dünya da olmasa da, ahirette iki elim yakaların da olacak. 


      Peki şimdiler de ne anlıyoruz tesettürden? Sadece örtmek, kapatmak mı! Vücudu örtmek, başı örtmek. Bir de kalbin temizliği öyle değil mi? Artık başörtüler zor bela örtüyor saçlarını, kafasını çevirdiği zaman boyunlarının görünmemesi içten bile değil. Kendini gösterme nişanesi olmuş. Artık zor rastlıyoruz markasını göstermeyen eşarplara. Bir askari ücretin yarı fiyatında eşarplar görüyoruz vitrinlerde. Yazık! Sözde müslümanız değil mi?


    Kırmızının en canlı, pembenin en parlak, mavinin en açık renkleriyle, giyerken düğmeleri zor iliklenmiş gibi dar üretilen pardesüler. Bu mu dikkat çekmemek? Bu mu vücut hatlarını gizlemek? Bu mu sizin Allahtan hakkı ile korkunuz?


    Dikkat edin, artık iki hanım kardeşimizden birinin kaşları alınmış, yüzünde bir sürü kimyasal, kıpkırmızı rujlar ise içler acısı. Hani sizin dininiz de bir bayan eşinden başka kimseye güzel görünmemeliydi? Her tak tak sesinde beynimize çekiç vuruluyormuş gibi gelen topuklu ayakkabıların sesleri, korkutmaya başlıyor beni. Yapmayın ne olur. Batıya özenmişliğin en büyük icadı. Topuklu ayakkabının batı da pisliklerin paçalara bulaşmaması için icat edilmiş olduğunu söylettirmeyin lütfen. Bir masa öteden burun direklerimizi kırarcasına gelen parfüm kokularını hiç açmayayım. Sözde müslümanız değil mi? 
    
    Daha fazla ayrıntılara girmek istesem ne kağıtlar ne de zaman yeter. Sadece şaşkınlıkla izliyoruz artık. Kot pantolonlarla yapılan kombineleri, kısa eteklerle bir araya getirilen başörtüleri, daracık giyilmiş kıyafetleri ve bunların bir çoğunun üniversite gençliği olmasını. Ve bunların bizim evlatlarımıza eğitimci, anne, hala, teyze olacak olmasını. Örnek olup vatana millete hayırlı nesiller yetiştirecekler. Ne hallere düştük Allahım. 


     Ey bu ümmetin Aziz babaları. Siz taviz verdiniz. Bu hale siz getirdiniz. Bu toplumun temel taşları olacak bayanları siz tükettiniz. Neden her şeye evet, neden daha erken zamanı var dediniz. 
     Fakat artık çok geç... 


    Önce okusun dediniz. Saçları açık bir şekilde okullara gönderdiniz. Sonra pardesü giymese de olur, pantolon kot farketmez dediniz. Ne de olsa kızımın kalbi temiz dediniz. Bu devir de üniversite okumalı, hayat şartları zor kimle karşılaşacağı belli degil dediniz. Sonra? Sonrası daha da vahim. Şehir dışına da onay verdiniz. Ben kızıma güveniyorum dediniz. Şimdi çözün bakalım bu problemi. Bir toplumda kadınlar bozulursa sonuç ne olur. 


  El cevap; Allah akıbetimizi hayretsin. 
Sadrı Azam
abd|maf
06Mart2012

2 Mart 2012 Cuma

Bir Kaşık Çorba...

 
     Küçücük bir çocuktum. Mevsimlerden yaz, günlerden pazardı. Ailecek bir tanıdığımızın düğün yemeğine gitmiştik. Sıranın bize gelesini beklerken boşalan masanın birine babam abim ve ben oturmuştuk.
     Masamıza bakan genç abi, önce ortaya yoğurt çorbasını koymuştu. Bol tereyağlısından. Sonra tane tane papatya ekmekleri. Ve ardından masaya atarcasına koyduğu kaşıklardan bende bitane kapmıştım. Elime kaşığı aldığım gibi, küçük ve içine kapanıklığın vermiş olduğu dikkatsizlikle kaşığımı sofranın ortasında dumanı tüten yoğurt çorbasına daldırmak üzere uzattığım an birden tüm sofradakiler ağız birliği etmişcesine;
   - Hooop Hop! Daha bize kaşık gelmedi!
Nidalarıyla donup kalmıştım adeta. Oysa görmemiştim bile onlarda kaşık olmadığını.
    Tüm kan beynime çıkmış, yanaklarım yanmaya başlamıştı. Utancımdan kafamı eğmiştim, dudaklarım titriyordu. Ve ağlamaklı bir halde avuç içlerim sırıl sıklam olmuştu. Kaşığı fırlatıp sofradan kalkıp gitmek istedim ama yapamadım...
    Yediklerim boğazımda düğüm düğüm olmuş, bir kaşık çorbadan bir kazan ders çıkaracağımı hiç düşünmemiştim o an. Abimin günlerce alay konusu olmuş, bense aklıma her geldiğinde bir o kadar daha utanmıştım.
     Bir çocuğun bir kaşık çorbasıydı. Ve fakat bir çocuğun pişmanlığı. Her yoğurt çorbası yerken biteviye düşüverir aklıma. Bense dalar giderim çocukluğuma.
     Aradan uzun yıllar geçti, mevsimler aylar... Belki benim yoğurt çorbalarımın içilme zamanı geldi. O gün utandım, o gün yerin dibine geçsem diye çok yalvardım, o gün darmadağındım ama bir şeyi çok iyi anlamıştım.
     Her yanlış bir tecrübeydi. Bir musibetti, bin nasihatten evla. O günden sonra bir daha kaşığı eline ilk alan ben olmadım o sofralarda.
     Ama yanlışta olsa yapacağım şeylerden utanmadım. Çünkü beni doğruya götüren hatalardı. İnsan hatalarıyla vardı. Hatalar tecrübeyi getirir.Tecrübeler ise insanı olgunlaştırırdı. En büyük yanlışlar en büyük doğruların muştusu.
     Ve şimdi bencileyin yazmaya çalışıyorum. Satır satır ilmek ilmek. Yazmakta olduklarım yanlış olsa da bu tastan bir kaşık çorba nasibim olsun.
    Haydin buyurun. Yoğurt çorbası yaptım. Afiyet olsun...


abd|maf
28Şubat2012
12:30
'sınıfın sol arka cenahı'

24 Şubat 2012 Cuma

Bekle!



       Razı olmakla başlar her şey. Kabulleniş ve itaatle devam eder. Ve aslında en evvele gitmek gerek. Tesadüfler yoktur bizde, tevafuklar bizim. Rast gele değil, rast getiren vardır.
Rast gelene itaat olunca rast gelene razı olur gönül. Çok geçmez. Rast gelen tüm güzelliğiyle gelmiştir. Ve dahi tam da istenilendir. Çünkü biliriz ki kalpleri halden hale koyan Rabbimizdir.
       Rast gelene razı geliştir mutluluk. Zamanla anlarsın ki, bilmeden, farketmeden, beklediğindir o. Çünkü beklenen beklenmeye değerdir. Çünkü tüm değerli olan, beklenmeyle elde edilendir.
Sabırdır beklemek. Ve sabırla gelen saadet.
       Razı olan rahmet bulmuştur. Rahmet zahmetsiz olmuyor.
Zor olan her şey sabır istiyor.
Sabırsa sadakati gerektiriyor. Tüm bunlarsa mücadele istiyor.
       Beklemek!
       İstemektir. Israrla...
Gözden ırak oluş yoktur. Çünkü gözünde kulağında, sızlayan yaranda O'dur.
Kalem elinde beklemektir. En renkli mürekkeptir. Zihninde fırtınalar kopsa da kağıda tek kelime düşmeyiştir. Satır aralarında değil, tüm satırlarda bulmaktır.
      Bazen mürekkepleri birbirine katan gözyaşı. Gecedir. Sabah olacağını bilerek gözlerini kapamak.
      Ve bir gece daha.
      Hadi bakalım sabahlar hayrola...



abd|maf
24.02.12
23:11